Artık niye çiçek yetiştirmiyoruz biz ya?

Aslında, yazıyı yazarken hani biraz kuruntu mu yapıyorum diye de düşünmedim değil.
Yazı: Çetin Kent
Naviga'nın Eylül 2018 sayısında yayınlanmıştır.
Belki herkes çiçek yetiştirip (!) benden gizli çiçek sevgisini katlayıp (!) yine benden gizli çiçekleriyle ‘mutlu mesut’ yaşıyordur, çiçeklerine gözü gibi bakıyordur, seviyor, saygı gösteriyordur, olamaz mı? Tüm halkımız bana kamera şakası yapıyordur belki? Hı? Öyle olmadığına dair bir kanıtım var da, ondan imalı imalı yardırıyorum.
En son Samos’a gittiğimizde beş kişiydik. Eğlendik, yedik, içtik, hesabı ödedik. Eh, makulce bir rakam geldi, o kadar tıkındığımıza bakarsak. Sonra fark ettik ki masaya oturduğumuzda hesabı önden ödesek iki şişe uzo fazla alacakmışız?!?!?! Hatamız yemeğin sonunda hesabı istemek! Garson hesabı getirmeyi geciktirdikçe zarara giriyoruz! Döviz oynaklığına yurt dışında yakalanmak böyle bir şey. Gece kaçak dalan zıpkıncının fenerine kaskatı bakakalan levreğe döndük canına yandığımın.
Bu duruma gelmemizin, ekonominin, siyasetin, nedenleri, sonuçları, hataları bilmemneleri bu yazının konusu değil. Benim takıldığım, niye artık çiçek yetiştirmiyoruz abicim biz!
Tamam, yine kitaba ortasından başladık, konuya göbeğinden girdik, ne diyor yine bu deli diyorsunuz, hissediyorum. İtiraz etmeyin! Öyle! Açıklayacağım, sabredin!
Samos’ta ve elbet komşunun birçok köşesinde çiçek var. Yani koca koca ormanlardan, büyük bahçelerden bahsetmiyorum. Zaten suyun kıt olduğu özellikle adalar coğrafyasında orman ne arasın, büyük bahçeler ne arasın. Bireysel olarak, insanların, penceresinde, kapı önünde bir süs olarak yetiştirdiği, bildiğimiz adi çiçeği kastediyorum.
Bir dağ köyüne gidiyorsunuz ya da Pitagorion’un ara sokaklarında avare avare dolaşıyorsunuz, veyahut Kokari’nin en sıradan sokağındaki bir Aslında, yazıyı yazarken hani biraz kuruntu mu yapıyorum diye de düşünmedim değil. Belki herkes çiçek yetiştirip (!) benden gizli çiçek sevgisini katlayıp (!) yine benden gizli çiçekleriyle ‘mutlu mesut’ yaşıyordur, çiçeklerine gözü gibi bakıyordur, seviyor, saygı gösteriyordur, olamaz mı? Tüm halkımız bana kamera şakası yapıyordur belki? Hı? Öyle olmadığına dair bir kanıtım var da, ondan imalı imalı yardırıyorum. naviga 079 evin yakınında, yöresinde, kapısında, penceresinde görüyorsunuz çiçekleri.
Bu duruma da yeni uyandım aslında. Komşu coğrafyaya sık gidenler “Nesini seviyor da gidiyor” diye eleştirilirler ya hani. Kimisi yemekleri der, kimisi ucuzluğu (o da kalmadı ya neyse) ya da güleryüz, doğallık, samimiyet vesaire. Yeni fark ettim, çok çiçek var be. Harbiden emek verilmiş çiçek ama öyle ‘ot püsür’ değil. Basit sardunyalar, sıradan begonvillerle resim yapıyor koca koca nineler!... Ve hatta biberler! Evet, küçük acı biberler. Kırmızısıyla sarısıyla yeşiliyle, yaprakların arasından bize çiçek numarası yapan muzip biberler. Yani renkler! Rengi kaybetmişiz biz.
Çocuklarımın yaptığı resimlere bakıyorum. Kırmızının envai çeşidi, ciyak ciyak sarılar, vızır vızır yeşiller, takla atan maviler. O boyaları bizim kuşağa verin, ağır ol molla desinler kıvamında griler, saygıdeğer lacivertler, ne bileyim, mühim şahsiyetli kahverengilerle doldururuz kağıdı. Arada ne oluyor da çocuk fırlamalığından ve renginden o geberik koyu tonlara geçiyoruz ve aslında rengi nerede kaybediyoruz anlamıyorum.
Beton şehrin bağrına dikilen, yine betondan sitelerin maketlerine, fotoğraflarına bakın. Balkonunda çiçek filan görüyor musunuz? Zorlama peyzajlar, ‘şehrin içinde bile doğayı yaşayabileceğiniz’ tandanslı, Allah’ın belası kandırıcı reklam ağızları. Bazılarında balkon demiri yerine renkli cam kullananları bile var. Kafalar gitmiş artık. Balkon camını sarı ya da turuncu filan yapınca içinde yaşayanın ruh halini normale döndüreceğim sanan mimarlar. Normal ne peki? Farkında mı acaba? Çünkü belli bir yaştan sonraki kuşaksa, o mimar da o uydurma sitelerde büyüdü. Son renkli evlerde büyüyen mimarlar Aydın Boysan oluyordu çünkü toprağı bol olsun. Peki normal ne? Ya da daha doğru bir soru olarak normal ne idi?
Normal ne idi?
Vita yağı tenekesinde, yeşil yaprakları tüylü ve kadife gibi, pembeli kırmızılı beyazlı sardunya yetiştiren babaannelerimizin yaptığıydı! Normali, doğrusu bu idi. Küçücük iki göz odalı evlerde gıcırtıyla sokağa açılan kapının dibine konan ya da eski boya üzerine kat kat atılan boyadan artık ağırlaşmış ahşap pencerelerin önündeki mozaik denizliğin (ne mermeri, o zaman mermer mi var!) üzerine yerleştirilen, küçük tenekelerdeki renkli çiçeklerdi doğru olan. Öyle “Neufert” kitabı filan yoktu o zamanın mimarları olan ninelerimizin elinde. Evi ev yapmak için gereken çiçeklerdi, perdedeki danteldi ya da sobaları, kuzineleri güzel göstermek için soba boyasıyla boyamaktı. Elektrik gelmiş olsa da buzdolabı veya henüz televizyon olmayan yaşamlardı, şehirlerdeki evlerde süren. Köyü geçtim.
Öyle eskiyi anlatıp duran ihtiyar adam filan değilim, yanlış anlamayın. Yarım insan ömrü içinde kaybettik biz bunları, onu anlatmaya çalışıyorum. Öyle kısa sürede öyle acayip yerlere geldik ki ve o hızla öyle yerlere gidiyoruz ki koptum artık takipten. Ben koptuysam, anne babalarımız, büyüklerimiz ne yapsın. Üniversitede, yani 80’li yılların sonunda, yani daha dün, koskoca İTÜ’de kartları delmeli data okuyan bilgisayarlar vardı. Fortran diye bir dil öğrenirdik ne işe yarayacağını çok da bilmeden. Biz 4’ünü öğrenmiştik, 77’si daha gelişmişiydi. Yani bilgisayara yetişmiş bir nesiliz, bin yıl önceden bahsetmiyorum. Şimdiki sıradan akıllı telefonlara gelişimiz çok kısa sürmedi mi sizce de? Misal, araba icat edildiği günden, belki 200 sene öncesinden beri, debriyajı, gazı, freni hâlâ yerinde durup dururken, video oynatıcıları naaptınız oğlum! Koca VHS kasetler, Betamaks kasetler ne teknolojikti, onlar hangi ara hayatımıza girdi de, hangi ara çıktı gitti antika oldu, ha? Kasetli araba ‘teybi’ pek zor ‘taktırılan’ bişeydi, pahalıydı, cafcaflısı çıstaklısı pek afilliydi. İyi de onlar ne ara gitti be ya! Boş kaset alıp ‘plakçıya’ doldurturduk, sahi kasetlere ne yaptınız oğlum? Onlar ne ara gitti? Benim oğlana gösterdim geçen kaseti, bu ne baba diyor!?? Walkman vardı esas walkman. Peee! Kulaklıkları zımpara gibi süngerli, tepesi parlak teneke şeritten.
Şuraya bağlayacağım. Samos’ta öyle lüks arabalar, yüksek teknolojik yatırımlar ya da rezidanslar filan yok. Lüks araba gördüyseniz o ‘ticari taksi’dir zaten. Eski püskü dökülen arabaları, motosikletleri ve hatta bizim yetmişli yıllarda kullandığımız ahşap direk üzerindeki trafoları filan hâlâ kullanıyorlar. Şu lafı çok duyuyorum: “Yunanlılar batmış, şunlara bak, bizde bu kadar eski araç mı kaldı, iflas etti bunlar” gibilerden. Önemli bir sınır bu, çok önemli. İflas ettikleri için mi böyle yaşıyorlar yoksa gerek duymadıkları için mi? Bunu iyi okumak lazım. Arabalarımızın modelinin birkaç senede bir değişmesi gerektiğini bize pompalayan bir sistemin içinde yaşıyoruz. Daha yenisinden düz ekranlar, daha gelişmiş akıllı telefonlar, al, satın al, tüket, eskimeden yenisini al. Öte yandan artık dökülmek üzere olan arabasına binen, motosiklete binen adalılar. Ama elini kolunu sallayarak vizesiz dünyayı dolaşabilecek kadar da özgürler. Biz en son teknolojik oyuncaklar elimizde, iki yüz metrekare evlerde oturarak ve fakat vize kuyruğunda bir aylık vize için elin Fransız’ına evrak eksik diye kendimizi aşağılatan bir hayat sürüyoruz, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu. İflas eden kim? Çiçek yok çünkü. Çiçek koymuyoruz balkonumuza, camımıza. Renk yok, hayatımızdan rengi çıkardık.
Çiçekle başlayan ‘hayatı boyama’ mevzusu, derin mevzu. Çiçekte bitmiyor. Türlü çeşit renkler çiçeklerden fırlıyor kapılara, panjurlara, pencerelere hatta duvarlara sıvanıyor. Basit bir ev sizi karşısında asker ediyor be. “Seyret beni” diyor, “Ağzının suyu akarak seyret.” Konuşuyor ev. “Benim bir odamda uyanıp, giyinip, benim kapımdan sokağa çıktığında hayatın, düşlerin, aldığın nefes, duyduğun keyif nasıl olacak bir düşün” diyor. “Bir de yaşadığın sitedeki daireden çıkıp asansöre binip kapalı otoparktaki arabaya kadar yürüdüğün sıradan sabahını düşün” diyor. Haa sen evin senle konuştuğunu bile fark edemiyorsun, evin karşısına geçip “Aç bunlar be, biz olmasak aç bunlar, iflas etmişler, sürünüyorlar!” diyorsun. Ev sana neresiyle güleceğini bilemiyor. Bir yemek süresince paramızın değeri %10 düşüveriyor sonra. Sürünen, aç bunlar dediğimiz amcalar için o yemek hep ‘aynı avro’... Hadi küresel güçler üzerimize oyun oynuyorlar da, Gana da mı küresel güç oldu canına yandığımın! Gana parasına karşı neden değer kaybediyor bizim para onu da anlamıyorum ya, neyse. İki kuruş aklımızla nereden bilelim, büyüklerimiz daha iyi bilir.
Dönelim çiçeklere. Aslında, yazıyı yazarken hani biraz kuruntu mu yapıyorum diye de düşünmedim değil. Belki herkes çiçek yetiştirip (!) benden gizli çiçek sevgisini katlayıp (!) yine benden gizli çiçekleriyle ‘mutlu mesut’ yaşıyordur, çiçeklerine gözü gibi bakıyordur, seviyor, saygı gösteriyordur, olamaz mı? Tüm halkımız bana kamera şakası yapıyordur belki? Hı? Öyle olmadığına dair bir kanıtım var da, ondan imalı imalı yardırıyorum. Kanıtım yine Samos’tan. Kokkari isimli beldeden. Hazır mısınız? Kokkari’de, mendireğin karşısındaki tepeden, tavernaların dizi dizi sıralandığı bölgeye geçerken, şirin birkaç evin arasından üç beş basamaklı bir merdivenden inersiniz. O merdivenin çevresindeki minik çiçek bahçesinde senelerdir Türkçe uyarı etiketleri vardır. Ne yazar biliyor musunuz? “Çiçekreri koparmayın”
Çiçekleri koparmayın efendiler!
Bu uyarı öyle gülüp geçilecek bir uyarı değil. Yanlış yazılmasına takılmayın, nedenine niçinine bakın. Niye sadece bizim dilde uyarmışlar? Yetmiş iki milletten insan geliyor da, niye sadece biz? Şaka yapmadıkları belli, e bir ihtiyaçtan dolayı o uyarıyı koydukları da belli. Sırf bizi düşman görüp o yazıyla aşağılamak isteyecekleri de küçük ihtimal. Niye koparıyorsunuz oğlum çiçekleri? Hadi eskiden teyzeler sardunya dalı filan kırarlar, köklendirir, çoğaltırlardı. Hem evinde çiçeğin yok hem de gidip komşunun çiçeğini kırıyorsun demek. Gülsek mi, ağlasak mı, utansak mı bilemedim. Garip duygular. Yukarıda onun için biraz şakadan takıldım ama çok da düşündüren ve üzen bir konu olduğu kesin.
Samos’tan bizi nasıl kovdular, teknemizi nasıl yaktılar!
Vaay, çok alengirli başlık oldu. “O kadar sık gittin ki Çeto, ahanda sonunda kovdular, bi de tekneni yaktılar!” diyenler bile olur. Şaşırtmalı ve heyecanlı başlık attım diye editör belki maaşıma zam yapar. Sadece beni değil, tüm Türkleri kovdular, hem de teknemizi yaktılar! (İyice köpürttüm olayı, hürmetlerimle sayın editörüm.) Anlatacağım, alın çayları.
Ağustos başında bağımlısı olduğumuz Samos’tayız gene. Fakat bir gariplik var. Marinada yüzlerce araç park etmiş. Otobüslerden, otomobillerden oluk oluk insanlar iniyor ve toprak yoldan Pitagorion’a doğru yürüyorlar. Herkes iki dirhem bir çekirdek, makyajlar gani, parfümler galonla dökülmüş. “Düğün mü var acaba?” dedik, ‘cık’, bir düğüne göre bile fazla insan var ortalıkta. Biz de girdik aralarına, sorarlarsa oğlan tarafı deriz, tanımıyoruz derlerse asıl biz sizi hiç tanımıyoruz deriz. Arıtma tesisini geçip şehri görmeye başladığımız yokuş başına gelince bir şaşkınlık daha! Pitagorion Limanı’nda ne kadar tekne varsa hepsini alargaya çıkartmışlar! Haydaaa düğün sahibi ya Çipras ya da başka bir durum var! Normal değil vaziyet. Kalabalığa daldık. Sahiden de limandaki tüm tekneleri göndermişler. Sadece yerel halkın tekneleri var. İğne atsanız yere düşmeyecek bir mahşer yeri olmuş Pitagorion. Kafa dinlemeye geldik güya, hale bak! İte kaka kalabalığı yararak ilerlemeye çalışırken bir bomba patladı! Hadi bakalım, cuntacı albaylar isyana mı kalktı acaba derken, öğrendik ki o gün meğer Samos’un bayramıymış! 5 Ağustos’ta gelmişiz iyi mi! 1824’de kazandıkları deniz muharebesinin ardından bu günü bayram ilan etmişler. Etrafta şenlik başladı. Gümbür gümbür patlamalar, havai fişekler herkes alkış kıyamet ıslık giderken biz de Samoslu kardeşlerimizin sevincine ortak olmak içi......... Bi dakka ya... Samos’un ve Samosluların deniz zaferi mi... Kime karşı... gulps... Türklere.... Anam... Düşmanın ortasında kaldık?!?!!??! Kal marinada değil mi işte! Ne işin var düşmanın arasında silahsız, savunmasız! Kafe ve restoranlarda oturacak yer yok. Kaçacak yer de yok, sokaklar hınca hınç! Mecburen mukavemet göstereceğiz. Hiç değilse, yanımızda birkaç kişiyi daha götürürüz ne yapalım, buraya kadarmış. Elim belimdeki emanete gitti, yavaşça çıkardım, emniyetini açtım... yani tuş kilidini. Emanet dediğim, telefon oğlum, siz ne sandınız?!?!! Fotoğraf çekeceğim herhalde! Patlamalar şiddetlendi, ışık ve ses düzeni, hakkını vermek lazım, sahiden iyiydi.
Efendim tiyatro şu: Her sene 5 Ağustos’ta boşalttıkları limanda bir gösteri yapıyorlar. Temsili bir deniz savaşı. Işık, ses, patlayıcı ve maketlerle. Dilek Boğazı’nda 1824 yılında Osmanlı gemileriyle kapışmışlar. Ateşe verdikleri bir salı Osmanlı gemisine gönderip isabet ettirmişler ve cephaneliği tutuşan koca gemi büyük patlamalarla ve kayıplarla suya gömülmüş. Türkler olarak oldukça büyük kayıp vermişiz, hepsi nur içinde yatsın. Onlar ise az kayıpla büyük bir iş yapmışlar. Bu zaferi kutluyorlar. Limanın ortasında kırmızı beyaz flamalar olan temsili bir maket gemiyi yaktılar. Her ülkenin kurtuluş günlerinde filan temsili düşman kuvvetlerini yenmesi hadi bildik bir olaydır da, insanın yine de içi cız etmiyor değil. Serhan’la şöyle gayri ihtiyari göz göze bakıştık bir an, gidip maketi kurtaralım mı gibilerden. Alevleri ve patlamaları baştan abartılı bulmuştum ama geminin yanmasını ve cephaneliğinin havaya uçmasını canlandırmak için ciddi emek ve para harcanmış. Zavallı gemi maketi, içindeki patlamalarla yanıp kül olurken dakikalarca süren havai fişek gösterisi başladı. O saatten sonra da iş turistik eğlenceye döndü. Maket yanınca biz de yenilmiş sayıldık tabii, gittik Tarzanas Restoran’a oturduk. Birkaç yerde övmüşlerdi bu restoranı fakat çok başarısız bir menüydü. Zaten gemimiz yanmış, yenilmişiz, insanın tadı kaçıyor.
İşin şakası bir yana insanın tadı asıl şundan kaçıyor: Adalılar 200 sene önce yaktıkları Osmanlı kalyonunu daha dün olmuş gibi canlı ve taptaze toplumsal hafızalarında tutuyorlar, görkemle kutluyorlar. Diğer şehirlerden akın akın gelip çocuklarına, gençlerine bir şekilde öğretiyorlar, akıllarına sokuyorlar. Ha kutlama bitince herkes Türklerle kol kola vur patlasın çal oynasın geceye devam etti, ayrı konu. Canımı sıkan başka şeyler.
Sene başında takvimi eline alıp bu sene bayram tatili kaç gün, ne kadar izin kullanalım, tatil rezervasyonumuzu nerede yapalım hesaplarına giren çiçek yetiştirmeyen insanlar olmadık mı biz? Doğruyu söyleyin, çocuklarımız bayram tatili deyince el öpmeyi, harçlık almayı, ziyaret etmeleri filan mı anlıyorlar? Anmalar onlar için tertemiz giysilerini giyip bir şehitliğe gidip iki çiçek koymak değil mi? Hiç sanmam. 29 Ekim’ler, 19 Mayıs’lar, 23 Nisan’ların önündeki bir günle, sonundaki bir günü izin alıp, ardındaki hafta sonuyla birleştirmek hesabına giren ve ve ve çiçek yetiştirmeyen insanlar mı olduk yoksa? Hı?
Nasıl kenetleneceğiz biz? Bizi ne tutacak bir arada? 200 sene önceki Osmanlı kalyonunu yakan adam nesilden nesile görkemle bunu aktarırken, biz koskoca zaferlerimizi, milli ve manevi değerlerimizi güneşle, kumla, tekneyle ve kıçı kırık açık büfe otellerle mi canlı tutacağız? Aman neyse, ne bileyim, belki de hiç kenetlenmedik biz.
Biz niye çiçek yetiştirmiyoruz oğlum??!?!?! Acaba eski vita tenekelerindeki çiçekler bile ‘yapma çiçek’ miydi? Olamaz ama yahu, ninelerimin kapısında, balkonunda vardı sardunyalar, küçük renkli biberler filan, eminim yahu. Hayal miydi hepsi yani? Of, her şey birbirine girdi. Biz nereye aidiz ve en önemlisi artık ‘birlikte’ miyiz, ‘kenetli’ miyiz, birbirimizin ardını kollayacak bireyler miyiz?
İki dal başımıza kaldık şunun şurasında, çiçekrerimizi koparmayın efendiler.