İlk mektup, ilk yolcular


“Sabahattin, arkadaşlarını topla ve buraya gel, Bodrum’a gelin, sizi Gökova’ya götüreceğim, güzelliğin ne olduğunu iyice görün, yaşayın ve anlayın.”

İçinde yukardaki satırların olduğu mektup 1945 yılında Sabahattin Eyüboğlu’na Bodrum’dan gelir. O zamanlar Bodrum’da kalebent olarak yaşayan Cevat Şakir’den bir davettir. Eyüboğlu çok gitmek ister, konuyu Erol Güney’e ve kardeşi Bedri Rahmi Eyüboğlu’na açar. Bedri Rahmi heyecanla kabul eder. Kim “Balıkçı” ile tanışmak istemez ki? Bodrum’a nasıl gidilir? Bodrum o zamanların sürgün yeri olarak bilinirdi ve karadan ulaşımı, ya Muğla’dan ya da Kuşadası’ndan eşeklerle atlarla yapılırdı; tabii bir yol daha vardı, Bodrum’a denizden gitmek, hepsine en iyi fikir bu gibi geldi. Ekip Ankara’dan, Balıkçı da süngerci arkadaşı Paluko’nun teknesi Karakuşla ile İzmir’e geldiler ve İzmir Limanı’nda buluştular. Karakuş, belki de tek konforu yelkenleri olan bir balıkçı teknesiydi, içinde ne mutfak ne de tuvalet vardı. İlk mavi yolculuk 1946’da bu mektup ve Karakuş ile başladı.* Cevat Şakir dümende, Paluko yelkende, böylece İzmir Limanı’ndan avara oldular, Bodrum’a doğru yelken açtılar. O zaman viya böyle! İlk mavi yolcular, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Erol Güney, Fuat Ömer Keskinoğlu, Sabahattin Ali ve onları uğurlamaya gelen ve apar topar tekneye atlayan Necati Cumalı’dır. İlk mavi yol rotası ise, İzmir, Kuşadası ve Bodrum ve tabii sonra Balıkçı’nın Cova’sı. Halikarnas Balıkçısı’nın dostlarına yanına gelmeleri için yaptığı çağrı ve hatta ısrarı vardır. “Eğer derhal yaşadığınız o büyük kentlerden kopup yanıma ve buralara gelmezseniz, bu güzellikleri benimle paylaşmazsanız, sizlerle olan dostluğum sona erecektir” diye tehdit eder. Bu ısrarın nedeni sadece dostlarını görmek ve onlarla yaşadığı yerin güzelliklerini paylaşmak değil, Ege’den doğan medeniyet ışığını tanıtmak, anlatmak ve Batılılar tarafından ezilen Anadolu kültürünü, dostlarıyla o dönemin Cumhuriyet aydınlarıyla beraber hak ettiği yere getirmektir. Başka bir deyişle, Mavi Anadolu düşüncesine adım atmak, paylaşmak ve yaygınlaştırmaktır. 1946’daki yolculuk ilk olmasına rağmen bu kadar sanatçıyla yola çıkan ve Gökova’ya Balıkçı’nın deyimiyle Cova’ya dümen tutan bu yolcuların dönüşlerinden hemen sonra yazılar, şiirler, defterler, ortalığa saçılmaya başlar.

“Denizin ve kıyıların güzelliği hakkında Cevat Şakir ne demişse haklıydı. İnsan, o sularda denize atladığı zaman kendisini cennette hissediyordu. Deniz gündüzleri pırıl pırıl, geceleri ise fosforlu idi. Başımızda öyle bir adam vardı ki tüm soruların yanıtlarını biliyordu. Onlar hakkında çok araştırmış, çok düşünmüş ve düşündüklerini de bizimle paylaşmaya hevesliydi. Bizler için ne büyük şans, onu kaçırmamalıyız. İlk Mavi Yolculuğa katıldığım için gururluyum.”

Erol Güney

 

“Bu deniz kalın bir cam

Bu zümrüt eriş

Bu deniz mavi yeşil işlemeli

Bu denizi ayva gibi dişlemeli

Bu deniz yenmez ısırmalı

Bu deniz yutulmaz, dişlemeli”

Bedri Rahmi Eyüboğlu 

 

defterlerine daha ilk gezide başlar ve bu güne, farklı yıllara ait on iki defter kalır. Mehmet ve Huguette Eyüboğlu, düzenledikleri ve titizlikle korudukları Bedri Rahmi arşivinin daha önce hiçbir yerde sergilenmemiş resimlerin ve yayınlanmamış şiirlerin Mavi Yolculuk Defterleri’nde buluşmasını sağlar. İlk mavi yolculuklar yolcularını besler, hepsi gördükleri efsanevi manzaralar karşısında büyülenir, başka bir deyişle ilham alır. Döndüklerinde oralardan aldıkları esintileri bir sanatta değerlendirir. Bir kısmı da doğaya kendilerinden bir şey katmak ister. Bunu en büyük coşkuyla yapan Bedri Rahmi Eyüboğlu olur. Katıldığı her geziye boyaları fırçaları ile gelip şiirlerle resimlerle döner ama yetinmez ve kendinden de doğaya bir iz bırakmak ister ve bunu da başarır. Fethiye’de Osmanağa suyu denen bir koyda, kocaman bir kayaya boyadığı balık, doğanın arasına insan elinin karışmasıdır ama yıllarca denizcilere bir kerteriz noktası olur. Yıllarca diyorum çünkü ne yazık ki artık denizden bakıldığında görülmesini engelleyen bir otel yapısı ile kapatılmış.* Bundan sonra 10 yıl kadar, tekne bulamadıklarından mavi yolculuk yapamazlar. 1957 Şubat’ında, Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı’nın hayatına girer. 1957 yazında Balıkçı Azrasını Gökova’ya götürür ve büyüler. Ancak bir sonraki sene yeni bir mavi yolculuk hazırlığı başlar ve başka bir mektup çıkar ortaya: “Canım canım canım Balıkçım merhaba. Balıkçım ne olur, bana bunu kesin olarak bildir, Sabahattin (Eyüboğlu) Bodrum’a gelip de böyle bir kayıkla sen Gökova’ya gidemezsin deyince, her şeyden vaz geçtim. Ama Balıkçım gene de bir çare bulacak diyordum, bu yaz beraber olmamız ve denize açılmamız için. Ne güzel buldun! Gidelim desen hemen gelirim. Bu işlerde Azra’nın erkek tarafını unutma. Benim başka bir isteğim yok ki seni görmekten seninle olmaktan başka.” Azra Erhat Ne güzel bir başlangıç, “Canım canım canım merhaba”, her mektupları böyle başlıyor... Mektuptan yeni bir yolculuk hazırlığının başlandığını ancak ekipte teknedeki konforsuzluktan dolayı Azra Erhat’ın yolculuğa dayanıp dayanamayacağı kuşkuları olduğunu anlıyoruz. Tabii ekibin erkekleri ve onların kuşkuları boşa çıkar ve o yolculuk Azra Erhat ile yapılır. Azra Erhat Mavi Yolculuk isimli kitabında, “Bir Gökova yolculuğu biter bitmez, ikinci yolculuğa burkucu bir özlem yerleşir insanda” diyerek, mavi yolculuktan döneli 24 saat olmadan bir sonrakini özlemeye başladıklarını anlatır. Azra Erhat’a göre, Ege denen cennet, Balıkçı isimli bir anahtar ile açılmıştır. Önceleri üç kişi iken, beş kişi, beş kişi iken 20 kişiye ulaşırlar. “Balıkçının çağrısına uyarak Gökova’yı özleyenler, bugün yirmi kişi ise Türkiye’de yarın iki yüz, beş yıl sonra 2000 kişi olacaktır. Bir yaratıcının izinden gitmek de öncülüktür. Güzele, iyiye varan yolda doyumsuz bir sevinçle bir övünçle doldurur insanın yüreğini.” Bu yolculuklar kulaktan kulağa yayılır, hevesliler artar, gelemeyenler fotoğraf çekilmesi için kameralarını, rulo rulo filmlerini verir. Kuşadası’nda “Macera” isimli tuvaleti olan, kamaraları, ranzaları ve mutfağı olan bir tekne bulunur ve kendi aralarında kadınlar için sadece bir ayna kestirmek gerektiğini konuşurlar. O döneme göre çok konforlu olan “Macera” grup içinde büyük bir sevinç kaynağı olur. Kadınlar, “Aynaya bakmasak da olur, siz traş olurken kullanırsınız” der ve ayna alınmaz ve bütün yolculuk boyunca kadınlar aynaya bakmaz, erkekler de traş olmaz. Mavi Yolculuk kitabında bu satırlar beni güldürdü, hani derler ya “kel başa şimşir tarak” işte o hesap. Tekneyi anlatırken teknede tuvalet dışında yıkanmak için bir de teneke ile musluğunun olması Azra Erhat’ın satırlarında anlatılan yolcuları sevince boğarken, beni şaşırttı. İnsan ister istemez anlatılanları, bu günün mavi yolculuğu ve konfor koşullarıyla karşılaştırıyor. Maceranın özelliklerini, tonajını, kalkış yerini ve zamanını, yolcuların yanlarına almaları gereken eşyaları bildirdikleri bir broşür hazırlarlar. Yeni yolculara dağıtırlar, yeni gelecek dostlarıyla kendi deneyimlerini paylaşırlar. Hazırlıklar altı ay sürer. Bu tür yolculuklarda kumanya yapmak kuşkusuz çok önemlidir, öyle anlaşılıyor ki grupta kumanya sorumlusu Sabahattin Eyüboğlu’dur. Eyüboğlu kumanyayı ikiye ayırır. Kaba kumanya; buz, balık tutma araçları ve su ve ince kumanya; yani yiyecek ve içecekler... İlk mavi yolculuklarda, kumanya buluşma günü yapılırmış. On-on beş günlük kumanya hazırlanır, kuru yiyecekler bütün yolculuk süresince yetecek kadar alınır da, sebze, meyve, ekmek gibi yiyecekler bir limandan diğerine gidene kadar yetecek kadar alınırmış. Yolculuktaki en zor konu buzmuş, aslında hâlâ da öyle. Kalıpla alınır ancak yaz günleri buz ihtiyacı çok olduğundan en tedbirli olunması gereken ihtiyaç yine buz olurmuş. En çok tüketilen ise karpuz, diğer taze meyveler de çok sevilmesine rağmen çok az dayandığı için kavun ve karpuza ağırlık verilir, 15 günlük bir yolculukta 200 kilo karpuz tüketilirmiş. Alışverişin yerel esnaftan yapılmasına dikkat edilir. Nelerin gerekli olduğu, un, şeker, makarna, pirinç, çay, kahve ve diğer içeceklerin ne kadar tüketildiği, bir önceki yolculuğun listeleri, notları bir sonraki yolculuğun yolcularına iletilirmiş. Bu kumanyaların ambara yerleştirilmesi, herkese görev dağılımı ve yeni yolculara teknenin tanıtılması, yolculuk öncesinde yolcular için hep neşeli saatlermiş. Teknede aşçı, bulaşıkçı olmaz, üç kişilik ekipler kurulur ve o ekipler gün boyunca yolculara servis yaparmış. Azra Erhat, Mavi Yolculuk kitabında, balık tutmak için hazırladıkları takımları bir sayfa anlatıyor. Bugün mavi yolculuğa çıkan kaç kişinin balık tuttuğunu merak ediyorum. Çakalbükü’nde (Mazı-Ören arası) tuttukları balıkları okurken siz de heyecanlanıyorsunuz. “Sarı ağlar balıklardan hopluyordu. Sancak bordasına yanaşmış kayıkta Ali Rıza’nın balıkları ilmiklerden bir bir koparken, “İşte balık böyle tutulur diyen bir hali vardı. Fotoğraf makinaları ellerimizde, balıkların cinsine göre dizilmesini bekliyorduk. Neler, ne balıklar? Melenuryalar, zmrinalar, lagoslar, fangirler, saroslar, piçulular, turnalar, uzun bir yılan balığı, işe yaramayan iskorpitler, kafaları ezilip atılan deli sarpalar, yem için alıkonan sporoslar. Adını duyduğumuz duymadığımız türden balıklar en çok da barbunyalar.” Onlar bu balıkları pişirecek tencere bulamazken bugünün mavi yolculuğunda mutfaklarda yok yok. Maalesef şimdi de böyle bol balık yok. Mavi Yolculuk kitabı, 1958, 1960 ve 1962 gezilerini anlatıyor. Bu kitap birçok mavi yolculuk yapan denizci için bir rehber olmuş. Hatta günümüz de bile elinden düşürmeyenler var. Bu tarihlerde yapılan gezilerde Halikarnas Balıkçısı var ve onun varlığı ve geziye kattıklarıyla gezi eşsiz bir serüvene dönüşüyor. Sabahattin Eyüboğlu ise bu gezileri bir gelenek haline getirip 1973’de ölene kadar bu yolculukların hepsinin başında bulunur. Bu gezilere ‘mavi gezi’ ya da ‘mavi yolculuk’ ismini de o, takar. Mavi yolcu olmak, başka bir bilinçtir diyor, Azra Erhat.. Yolcuları anlatırken de yolcular arasındaki doktorlardan söz eder. Doktor dostlarının gezide en çok ihtiyaç duyulan insanlar olduğunu söyler, sadece teknedeki yolcular için değil, uğradıkları uzak köylerde (kara bağlantısı zayıf) köylülere de yetişmeleri ve ilaç dağıtmalarıyla, doktorların mavi yolculuk bilincine en uygun kişiler olduğunu anlatıyor. Mavi yolcuların kendilerine ait forsları da varmış. Sabahattin Eyüboğlu bunu da düşünmüş, mavi zemin üzerine beyazla çizilmiş, iki küçük amfora ve bir kupa, mavi yol forsu forsu, mavi üzerine beyaz yazıyla MERHABA! yazısı da pankartları olmuş. Sabahattin Eyüboğlu, bu pankartı her yolculuğa götürmüş. Yolculukların en önemli kısmı; yanaştıkları her kıyıda, içerilere kadar girmeleri, Anadolu’nun taşına toprağına, insanına dokunmaları. Kuşadası’na mı gittiler? Mutlaka bir kaptı kaçtıya binip Priene’i, Milet’i, Efes’i gezer, gezmekle kalmayıp Euripides’in Bakkhalar Trajedyası’ndan Dionysos korosunu ezberleyip eski Yunanca okuyarak, Priene ve Milet’in tiyatrolarına girerler… Knidos’a mı gidiyorlar mutlaka antik kenti gezer ve Vatikan Müzesi’ndeki Knidos Aphroditi’ni hatırlarlar. Bu yolculuklarda antik tiyatroların köylü tarafından pamuk tarlasına çevrildiğini ya da otlar bürüdüğünü, fresklerin kümeslerin arkasında kaldığını görmüşler ve her yıl nasıl eksilip yok olmaya başladıklarını hissetmişler. Onlar arkeolog değillerdi ama birçok konuda bilim adamlarına ve arkeologlara öncü olmuşlardı. Nasıl? Çünkü o, zamanlar bu alanlar ulaşıma kapalıydı. Mesela Kerme Körfezi’nde “Cedrae” yani Sedir Adası (Şehiroğlu Adası) ve Kaş ile Demre arasındaki Kekova Adası, mavi yolcuların keşifleridir.

 

 

 

 

 

Tekneler de değişiyor

Mavi yolculuklar ve mavi yolcular sivil denizcilik tarihinde yeni bir kapı açar. Bodrum’u ve Gökova’yı tanıtır hatta bu kıyılarda turizmin başlamasına öncülük eder. Sadece turizm sektöründe değil, yat sektöründe de bir değişime ve gelişime sebep olurlar. Paluko’nun teknesi ilk mavi yolcuları taşıyan, Karakuş bir tırhandildir. Mavi yolculuğun başladığı ilk yıllarda navlun işlerinde kullanılan büyük boy tırhandillerle keyifli ve anılarda kalan geziler yapıldığı gibi sonraları, özellikle mavi yolculara hizmet verecek donanıma sahip tırhandiller de üretilir. Öncelikle, sünger ve balıkçı tekneleri olarak kullanılan tırhandiller, artık mavi yolculuk müşterilerinin konforlarını yeterince yerine getiremez. 10-13 metre arası, tek direkli ve “double ended” denen başı da kıçı da kalkık olan tırhandillerden, 13-15 metre arası çift direkli, kıçı yuvarlak biten guletlere geçilir. Mavi yolculuğa olan talep, Bodrum’daki ahşap tekne imalatında bir artış yaratır. 15 metre guletlerden 30 metrelere hatta fazlasına, tuvaletsiz teknelerden her kabinde bir banyo tuvalet hatta klima olan yatlara geçilir. Ahşaptan lamineye, hatta sac teknelere kadar gidilir. Bodrum’un ünlü simalarından hayatını süngercilikle kazanan Aksona Mehmet, 18 metre tırhandili “Aksona Mancorna” ile bugün mavi yolculuğa devam ediyor. Bodrum’da boyları 7 metreyi geçmeyen kıçları düz, aynalı tekneler yapılırken mavi yolculuğun yükselişi sonucu deniz turizminin devreye girmesiyle Bodrumlu ustalara gelen yeni siparişler hep daha büyük, daha rahat, daha geniş tekneler için olur. Tekne sahiplerinin baskısıyla atölyeler amaca daha uygun tekneleri yapmaya başlar. Mavi yolcular ve mavi yolculuklar bir bölgeyi ve bir sektörü hem geliştirir hem de değiştirir. Artık Ege’de deniz turizmi başlar ve yörenin kültüründe olan Bodrum tekneleri ihtiyaçlara göre donatılır. 

 

Sadece gezmek mi? 

O dönemde yapılan bu yolculukların herhangi bir tatilde yapılan, deniz gezileri gibi olmadığı çok net anlaşılıyor. Okudukça daha iyi anlıyoruz ki bu geziler zenginleştirici, anılar bırakan, adeta damaklarında kalan gezilerdir. Bu insanlar deniz flanörleri olur, yanaştıkları kıyılardaki kültürü oranın mutfağından, balığından, deniz canlılarından, tarihine kadar tanır, tadar, oranın insanıyla sarmaş dolaş olup evlerine kadar girer. Mavi yolcular bir sonraki sene o kıyılara tekrar gitmeyi iple çekerken, o kıyılarda da onları dört gözle bekleyen insanlar bırakır. Kendi evlerine döndüklerinde bütün bu yaşananları yazar, çizer, anlatırlar. Daha da önemlisi yeni bir deniz kültürünü başlatırlar. Bu satırların sonunda, “Ya bu gün?” deyip, yeni bir sayfa açmamı bekliyor olabilirsiniz. Bugünü hep beraber yaşıyoruz. Hele de pandemi döneminde, karantinadan sonra Gökova’da Hisarönü’nde sivil denizcilerin yaşadıklarına, kirliliğe, hırsızlığa, sıkışıklığa, deniz uçaklarına ve gürültüye dergimizde bolca yer verdik. Sadece ‘mavi yolculuk’ ismini belirleyip içeriğini bir kenara atan, turizm acentelerinin eline düşen bu kavramı gözden geçirmek ve değerlendirmek için ilk mavi yolculuğun başlangıcını, hikayelerini ve felsefesini hatırlatmak istedim. Satırlarımı günümüzün ‘mavi yolculuğunu’ yine ilk mavi yolcuların (Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat) yetiştirdiği ve geçen günlerde yitirdiğimiz, yeri doldurulamaz bir mavi yolcunun, Şadan Gökova’nın baba dediği Balıkçı’ya seslenişi ile bitirmek istiyorum. “Buralar, senin bıraktığın gibi değil. Bodrum’u “Zepyria”** olarak değil “Bedroom” mavi yolculuğu sefahat seferi sayanlar çoğaldı. Buralar kalabalık. Çoğu kez, olanca insan arasında, yapayalnız duyumsuyor insan kendisini.”