Kadının adı var: Stephanie
Tolga Pamir’in kalbini kazanan Fransız denizci kadın, Stephanie Jadaud kimdir diye merak ettik.
Bu yazı Naviga'nın Eylül 2022 sayısında yayınlanmıştır.
Yazı: Hülya Leigh
Stephanie, eşiniz Tolga Pamir’in kitabını okurken sizi de tanıdık gibi, onun sizin hakkınızda neler yazdığını biliyor musunuz?
Hahaha! Hayır! Hiç bilmiyorum! Türkçe bilmediğim için (öğrenmeye yeni başladım), Tolga’nın kitabını okuyamadım. Sadece Tolga’nın bizim hikayemizden de söz ettiğini biliyorum ama hepsi bu, detaylarından haberim yok.
O zaman bu satırlar sizin için de bir sürpriz mi olacak?
Evet.
“Belki aynı tutkuyu paylaşmak, belki aynı geçmişe sahip olmak, belki aynı arayış Stephanie ile yollarımızı birleştirmişti. Pek öyle Noel, Anneler Günü, Sevgililer Günü gibi pazarlama amaçlı günlere inanmazdım. Ancak birbirimizi Sevgililer Günü’nde, çalıştığım barda bulmuştuk. İkimiz de yanlızdık. (...) 14 Şubat hayatımda yeni bir sayfanın başlangıcı oldu. Sanki yeniden bir gençlik aşkı yaşıyor gibiydim. Çok kısa sürede birbirimize olan hislerimizi açma imkanı bulduk. O da 10 yıllık bir evlilikten çıkmıştı. Sanırım ikimiz de yaşadığımız tecrübeyle ne istediğimizi veya istemediğimizi çok iyi biliyorduk. Yeni bir ilişkiye başlamıştım. Sanki sönen ışığım yeniden yanmıştı. Tekrar bir ilişki yaşayabileceğimi düşünmüyordum. Öyle bir arayış içerisinde de değildim. Her şey çok doğal gelişiyordu.” (s.150)
O yıl Sevgililer Günü’nde, Tolga’nın neler hissettiğini kitapta okuduk. Siz neler hissettiniz? Türk olması sizi şaşırttı mı?
Aslında o 14 Şubat 2011 günü ilk öpücüğümüzün ve hikayemizin başlangıcıydı. Ondan birkaç hafta ya da birkaç ay öncesinde karşılaşmıştık. Her ikimizin de kendi teknesi vardı, mini 6.50 ve Mini Transat’a (Transatlantik Solo Yarışı) hazırlanıyorduk. İkimiz de yelken denemelerimizi La Rochelle’deki aynı kulüpte yapıyorduk, yani rakiptik! Derken bir mucize oldu, ilk görüşte aşk denen şey kendiliğinden oluverdi. Fransızcada “ilk görüşte aşk” karşılığında “Coup de Foudre” deriz, yani yıldırım aşkı! Tam da açık deniz (offshore) hava raporunda öngörülen bir yıldırım çarpmasıydı diye takılırım hep, hahaa! İlişkimiz apaçık ortadaydı. Birbirimizi çok doğal bir şekilde tamamlıyorduk.
Türk olması konusuna gelince, isterse Fin, İspanyol, Braziyalı ya da dünyanın neresinden olursa olsun, benim için hiç fark etmezdi. Çok özel bir insana aşık olmuştum.
“O akşam Stephanie’nin annesinin evinde kaldık. Bize kapılarını açmıştı. Onlar da denizci bir aileydi. Büyükbabasının kompozit üzerine iş yapan bir firması vardı. Teknelere ve denize aşık bir aileydi. Explorateur adını verdiği bir tekne çizmiş ve 60’lı yıllarda seri üretime geçmişti. Bu sebeple de Stephanie’nin teknesinin adı L’ Explorateur idi. Büyükbabası onu yelkene başlatmış ve deniz sevgisini aşılamıştı. Stephanie onun hatırasını projesiyle yaşatmak istiyordu.” (s.149)
Çocukluğunuzda deniz ve yelken ile nasıl tanıştığınızdan ve ailenizdeki denizcilerden biraz bahseder misiniz?
Gerçekten de denizci bir aileyiz ve bunu başlatan büyükbabamdır. Büyük anne-babam, amcalarım, kuzenlerim dahil, ailede herkes tek gövde veya katamaran ile yelken, rüzgâr sörfü, uçurtma sörfü veya sörf yapmıştır ya da halen yapmaktadır. Deniz bizim kanımızda ama sadece amatörüz, profesyonel değil, hobi olarak. En çok sevdiğim de tekrar birlikte yapacağımız yarışların, deniz ve yelkenin konuşulduğu aile yemekleridir. Çok küçük yaşlarda optimist yapmaya başladım, sonra lazer ile devam ettim. Daha sonra 420 yarışında kız kardeşimle ekip olup, Fransa şampiyonasına katıldık. Rüzgâr sörfü ve uçurtma sörfünü de seviyorum. Şimdi de Wing Foil öğrenmeye başladım.
Ne zaman ve neden Nantes’ı bırakıp, La Rochelle’e yerleştiniz?
Nantes’tan 2010’da taşındım çünkü eski eşimden ayrılınca tekrar ilk aşkıma: DENİZ’e dönmek istedim. Üniversite yıllarımda yelken yapmaya fazla vaktim olmamıştı, Paris ve Nantes’taki yoğun iş hayatım sırasında da öyle. Bu nedenle denize yakın bir yerde yaşamak, kendi teknemi almak ve yarışmak istiyordum... Ve kafamda Atlantik’i geçmek vardı, neden olmasın ki! La Rochelle benim için mükemmeldi, hem çok güzel bir şehir, yemyeşil ve huzurlu, hem de büyük bir yelken camiasına ve çok eski, meşhur bir yelken kulübüne sahip.
“Birlikte suya çıkıyorduk. Stephanie kendi teknesiyle, ben kendi teknemle. Hatta antrenmanlarda rakip olarak. Daha yeni alışmaya çalışıyordu teknesine. Ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyordum. Eski sahibi daha çok keyif amaçlı kullanım için almıştı. O yüzden bir yarış teknesine dönüştürmek için yapılması gereken çok şey vardı. Stephanie de benim gibi yelkenler ve diğer birkaç malzeme konusunda eksikliklerini gidermeye uğraşıyordu. Benim üzerimdeki baskı onda yoktu. O, iki sene sonraki yarışı hedefliyordu.” (s.150-151)
Siz de çok iyi bir denizci ve yelken yarışçısısınız. Tolga Pamir’in kitabından yukarıdaki alıntıda söz ettiği yarış hangisiydi, hangi yılda ve nasıl geçti?
Tolga’nın kitapta söz ettiği yarış Mini Transat idi. Kendi teknemi 2010’da aldım, Tolga’nın katıldığı 2011 Mini Transat’ına hazırlanmak için yeterince zamanım yoktu, ben de 2013 Mini Transat’ını hedefledim. (Bu yarış her iki yılda bir tekrarlanıyor). Büyük yarışa kalifiye olabilmek için seyir ve eğitimlerime devam ettim. İlk solo açık deniz (offshore) yarışım Brittany’deki Trophe Marie Agnes Péron idi. Yorgunluktan tükenmiştim ve gecenin bir yarısında, Brittany’deki Les Glénans kayalıkları arasında ilk halüsinasyonumu gördüm! Yalnızdım, tamamen çaresizlik içindeydim ve o kadar kötü bir pozisyondaydım ki kendi kendime söylenip duruyordum... Birdenbire çok yakın bir arkadaşım, Laurent’in teknesini arkamda gördüm! Ve onu gördüğüme nasıl sevindim anlatamam! Onu geride bırakabilmek için yarışma ve savaşma
cesaretini verdi, adeta yarış içinde yarış gibi! Ertesi gün finiş hattını aştığımda Tolga’ya sordum, “Laurent nerede, halen arkamda mı?” diye. Pointe du Raz Burnu’ndaki güçlü akıntıları aşmayı başarmış mıydı acaba? Ben bunları sorunca Tolga çok şaşırdı, suratıma bakarak Laurent’in orada olmadığını, yarışa hiç katılmadığını söyledi! Vay canına...
Birkaç ay eğitim ve yarıştan sonra hamile kaldım! Bizi yepyeni bir macera bekliyordu! Harika bir şeydi! Hayatın bu muhteşem hediyesi hiç beklemediğim bir anda geldi ve ben bu yeni ve olağanüstü maceraya kendimi %100 adamaya karar verip teknemi sattım. Mini 6.50 ile yarışmayı ve yelkeni de bir süreliğine bıraktım.
“Trofe Map yarışı güvenlik kontrolleri sırasında, neredeyse herkesin ilişkimizden haberi olmuştu. İki türlü aşk yaşıyorduk. İkimizin de hayali aynıydı. Ve birbirimizi anlayabiliyorduk. Sevdiği işi veya hobiyi paylaşmanın, çiftlerin hayatında ne kadar önemli olduğunu konuşuyorduk hep. İkimizin de geçmişleri aynıydı. Birbirimizi birçok konuda tamamlıyorduk. Sanki çok doğal bir beraberlikti ve sanki çok uzun yıllardır birlikteymişiz gibi yaşıyorduk. İkimiz de bunu söylediğimizde şaşırıyorduk. Çok hızlı ve derin bir ilişki yaşıyorduk. Şanslıydık. Çünkü bu yaşlarda gerçekleşen ayrılıklar sonrası tekrar bu tip bir birlikteliği bulmak, yakalamak ve yaratabilmek çok kolay değildi.” (s.165)
Tolga ile tanıştığınızda her ikiniz kaç yaşlarındaydınız?
Ben 38, Tolga 36 yaşındaydı. 39 yaşında doğum yaptım.
“Yarışı tamamladığında duyduğu sevinç, gözyaşlarına dönüştüğünde hepimiz biliyorduk; o da artık yeni bir Stephanie’ydi. Uykusuz, ıslak, yalnız, korku ve çaresizlik dolu anlar eşliğinde okyanusta geçireceğiniz birkaç günden sonra herkesin yeni biri olarak dünyaya döneceğine eminim. Aramızdaki konuşmalarda hep gündeme gelen şey, dönüp dolaşıp “Neden bunu yapıyoruz?” sorusu olurdu. Onun verdiği cevap ise belki de en gerçekçilerinden biriydi “Yaşadığımı hissediyorum!” (s.166)
Nasıl bir değişime uğradınız?
Hayatımdaki o yeni dönemin öncesinde iyi bir işim, iyi bir maaşım ve yüzme havuzlu güzel bir evim vardı. Henüz 30 yaşındaydım, her şeye sahiptim ama mutlu değildim. Sanırım rahatlık bana iyi gelmiyor, miskinleştiriyor. Bu nedenle rahatlık alanımın dışına çıkmak istedim ve açık deniz (offshore) yelken yarışları sayesinde bunu fazlasıyla elde ettim! Günübirlik yelken yapmak, günlerce süren açık deniz yarışına çıkmaktan çok farklı. Günlük bir yarışa katılınca sabah yatağında uyanırsın, güzel bir kahvaltı edersin ve yelkene gidersin. Gün sonunda yine evine dönersin, güzel sıcak bir yemek yersin, duşunu alır ve yatağında bir güzel uyursun. Açık deniz yelken yarışında ise iki-üç hafta boyunca, hatta bazen daha bile uzun süre devam edersin, durmaksızın! 20-30 dakikalık aralıklı uykulara, anında ve derin bir uykuya dalma becerisine, uykusuzluğa, konforsuzluğa, hijyensizliğe kendini alıştırman lazım. İşin sırrı bu şartlara uyum sağlamakta. Mini 6.50 veya Figaro 2 gibi teknelerin içinde hiçbir şey yoktur. Çünkü konforu taşımak ağırlık yapar. O nedenle yatak yok, duş yok, tuvalet yok... Yok da yok! Pekiyi nasıl uyuyacaksın? Islak yelkenlerin üzerinde yatarak! Nasıl yemek yapacaksın? Kurutulmuş yemeğin üstüne kaynar su koyarak! Nasıl yıkanacaksın? Yıkanmayacaksın! Tuvaletini nasıl yapacaksın? Basit bir kovanın içine! Ve tüm bunları devamlı sallanan, ıslak ve soğuk bir ortamda halledeceksin! Üstüne üstlük beni bir de deniz tuttu. Kafaca dayanması çok zor. Uyku yetersizliği tam bir işkence. Ve tüm duyuların uç noktalarda; 5 saniye içerisinde üzüntüden neşeye, gülerken ağlamaya, aşırı korkudan aşırı özgüvene geçebiliyorsun, bir an kendini pislik gibi hissederken 5 saniye sonra dünyanın en güçlü kadını olabiliyorsun. İşte bu yüzden gerçekten ‘yaşadığını’ hissediyorsun! Bir gün içerisinde duyguların her aşamasından geçiliyor.
Böyle bir deneyimden sonra geri döndüğümüzde değişiyor muyuz?
Belki...
Belki daha otantik, daha gerçek oluyor insan. Gerçek olmayan bahanelerin ardına saklanamıyorsun ya da başkası gibi davranamıyorsun, neysen o’sun!
“Stephanie bir akşam beni yemeğe davet etti. (...) Cebinden çıkardığı katlı bir kağıt parçasını açmaya başladı. Ne sürpriz çıkacaktı acaba? Gülerek okumaya başladı:
Ben çevrili!
Türkçe söylemeye çalışmıştı ama ne demek istediğini anlayamamıştım.
Neyle? diye cevap verdim.
Tekrar gözlerimin içine bakarak “Ben çevrili” dedi. Gülmeye başlamıştım. Ne demek istiyordu acaba? Anlamadığımı görünce bana Fransızcasını söyledi.
“Je suis enceinte.”
Hamileydi. Hem de 2,5 aylık. İkimiz de gözyaşlarıyla birbirimize sarıldık. Restoranda herkes bize bakıyordu. Hem gülüp, hem de hüngür hüngür ağlıyorduk. Sözlükten çeviri bu kadar olurdu.” (s.169)
Türkçe öğrenmeye başladınız mı?
Evet ama kolay değil... Öğreniyorum yavaş yavaş.
“Eylül ayının ilk haftası doktor kontrolünde, Stephanie’nin karnında tümör benzeri iki top şeklinde yapıya rastlandığı haberi biraz canımızı sıktı. Kolay bir hamilelik geçirmiyordu. (...) Beni karşılamak için Brezilya’ya gelmeleri mümkün değildi. Hatta ilk etapta mola vereceğimiz Madeira Adası’na (Funchal Limanı) bile gelmesi mümkün değildi. Onu tek başına bırakacağım için kendimi kötü hissediyordum. O ise beni sürekli rahatlatmaya çalışıyordu. Yaptığımdan gurur duyuyordu ve çocuğumuzun da bununla gurur duyacağını söylüyordu. Teknenin içine bebeğin ultrasonda çekilmiş fotoğraflarını yapıştırdı.” (s.171)
Hamileliğiniz sırasında Tolga uzun ve zorlu bir Atlantik yarışındaydı. Bu durum sizi zorladı mı?
Tabii ki! Tam bir ay boyunca Tolga’dan hiçbir haber alamadım! Ne telefon, ne e-posta, elimde sadece harita ekranındaki pozisyonu vardı. Kurabildiğimiz tek iletişim, bir Türk kargo gemisi ile göndermeyi başardığı mesajdı. Sanırım bunu kitabında okumuşsunuzdur. Bugün konuştuğumuzda bile, çok duygusal ve inanılmaz bir hikaye.
“Ertesi gün Stephanie telefonda haftasonu Funchal’a geleceğini söyledi. Biletini almıştı. Onunla aynı fikirde değildim. Bu, bebeği ve onu riske sokan bir karardı. Doktoru bu konuya sıcak bakmadığını söylemişti. Ama o beni görmek istiyordu. Moral olarak çok iyi hissetmediğinin farkındaydım. Korkuyordu. Hem benim için hem bebeğimiz için. Ne kadar dik başlı biri olduğunu çok iyi biliyordum. Aklına koyduysa, fikrini değiştirme şansınız yoktu.” (s.183)
Büyük bir risk almışsınız ama sanırım bu üçünüze de iyi gelmiş. Madeira buluşmanız nasıl geçti?
Benim için veya bebek için o kadar riskli olduğunu düşünmedim. Pozitif düşünmenin yararları. Ama şunu biliyorum ki yarışın ikinci uzun ayağından önce onu ziyaret etmem Tolga’ya çok büyük cesaret verdi ve olumlu motive etti. Şartlar o kadar kötüydü ki, bazı yarışçılar üç, dört gün sonra yarışı bıraktı. Ama Tolga devam etti. Umarım birlikte geçirdiğimiz o süreç, onu motive ederek daha ileri gitmesini ve yalnızlıkla başa çıkmasını sağlamıştır.
“Önümde neredeyse bir aylık bir seyir vardı. Brezilya’ya gelmesi imkansızdı. Doğruyu söylemek gerekirse böyle bir yolculuk yapmasını da istemiyordum. Bana ayrılırken bunu yapmayacağına dair söz verdi. Bebeğimiz de ben dönene kadar sıkı sıkı tutunacaktı annesinin karnına. O da daracık bir alanda benden farklı olmayacaktı. Okyanus, annenin karnındaki su gibiydi. İkimiz de sağsalim bu geçişi tamamlayacaktık.” (s.184)
Ve tıpkı dediği gibi oğlunuz Doa sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmiş. Bu aşamada kitabın sonunu söyleyerek okuyucunun keyfini bozmak istemiyorum. O nedenle biraz Doa’dan bahsedelim, şu an kaç yaşında? Sizce babasına benziyor mu?
Doa şu an 10 yaşında. Çok mutlu bir çocuk, sosyal ve pozitif. Babasına benziyor mu? Bilmiyorum... Tolga ile ikimizin güzel bir karışımı. ‘Yelken seviyor mu?’ diye soracak olursanız pek değil, optimistler ona yeterince hızlı gelmiyor! O, Formula 1’i tercih ediyor. Ama sanırım tıpkı babası gibi, kafasına bir şeyi koyarsa, hiç sorgusuz sualsiz sonuna kadar gidebilir.
2016’da Tolga ile ekip olarak Fransa ve St. Bartelemy arası 3.200 deniz mili mesafeli “Transat AG2R La Mondiale” açık deniz yarışına katıldınız. Doa kaç yaşındaydı? Karı koca olarak ekip olmak sorun yarattı mı?
Hamile kalıp 2012’de doğum yapınca, 2013’teki Mini Transat’a katılamadım. Ama Atlantik’i geçme projem hâlâ kafamda takılı kalmıştı... Birkaç yıl sonra Tolga ile beraber yeni bir projeyi başlatmaya karar verdik; Figaro 2 teknesinde, iki kişilik ekiple, Transat AG2R yarışında Atlantik’i geçmek. Start, Nisan 2016’daydı, Doa henüz dört yaşına yeni girmişti. Bu iş hem sporculuk açısından, hem de ailemiz açısından oldukça zorlayıcı olacaktı; düşünsenize bebeğini evde bırakıp, neredeyse bir ay boyunca Atlantik’i geçen anne baba... İnanın hiç de kolay olmadı! Her şeyin yolunda gideceğine, herkesten önce kendinizi inandırmanız gerekiyor. Sonra da etrafınızda kim varsa hepsini! Özellikle de anne babanızı! Eğer ters gidebilecek şeyleri düşünmeye başlarsanız asla yola çıkamazsınız. Hatırlıyorum, bir arkadaşım vasiyetimi yazdırıp yazdırmadığımı sormuştu!?!?
Doa, Tolga ile ben ve hatta yarış boyunca Doa’ya bakan annem, kızkardeşim ve Tolga’nın anne-babası da dahil olmak üzere tam bir aile projesi oluşturduk. Büyük bir organizasyondu ve onların sayesinde gerçekleşti. Doa’nın kendisini güvenli ve mutlu bir ortamda hissedebilmesi için her şeyi hazırladık. Onunla devamlı konuştuk ve bizim yokluğumuza hazırladık. Ona, ne zaman büyükannesi ile ne zaman teyzesi ve kuzenleri ile olacağını ve bizim ne zaman döneceğimizi anlayabilmesi için renkli etiketlerden oluşan bir takvim yaptım.
İnsanın çocukları yüzünden, hayat yüzünden ya da her ne sebebten olursa olsun, bir projeden vazgeçmesi çok kolay. Özürler bulmak çok kolay. Günün birinde, bir sabah içimde Doa’nın yüzünden en meşhur Fransız yelken yarışına katılamamış, Atlantik’i geçememiş olmanın pişmanlığını duyarak uyanmak istemedim. Evet, büyük bir aile organizasyonu gerekti ama sonuç olarak, Tolga ile bu deneyimi paylaştığım, bu yarışa katıldığım için çok mutlu ve gururluydum.
Doa şu an iki dili de akıcı olarak konuşabiliyor, bu nasıl gelişti?
Tolga onunla hep Türkçe konuştuğu için Doa’nın kulağı Türkçe’ye alışıktı. Ama Türkçe konuşmuyordu. Anlıyor fakat babasına Fransızca cevap veriyordu. Transat AG2R’ye katıldığımızda sadece dört yaşındaydı. Annem bize bir sürpriz yapmaya karar vermiş ve bizi karşılamak için Doa ile birlikte St. Barthelemy’e uçmuştu. Sabahın 02:00’sinde finiş hattını geçtiğimizde annem ve Doa iskelede bizi bekliyordu. Gazeteciler, fotoğrafçılar, organizasyon ekipleri filan acayip bir kalabalık vardı. Buna rağmen annem ve Doa’yı, onca kalabalığın içinde hemen gördük. Nedendir bilmiyorum ama Doa ilk kez o an Türkçe konuşmaya başladı! Bildiği ne kadar Türkçe kelime varsa hepsini bağırarak Tolga’ya söylüyordu. Belki sadece ikisinin bildiği bir bağlantı kurmaya çalışıyordu, belki de babasının onunla gurur duymasını istiyordu, bilmiyorum. Ama işte ilk kez Türkçe konuşmaya böyle başladı.
Türkiye’ye ne zaman geldiniz? Buraya uyum sorununuz oldu mu?
Geçen yıl, Eylül 2021’de Bodrum’a yerleştik. Doa’nın Türkçesi biraz zayıftı, Türkçe okuma-yazması ise hiç yoktu. Burada doğrudan Türk okuluna başladı, dördüncü sınıftan. Başlangıçta onun için tabii ki kolay olmadı ama başarmayı istedi. Bunun için de çok çalıştı. Tamamen akıcı konuşabilmesi üç-dört ayını aldı. Benim için ise o kadar kolay değil. Türk usulü davranış ve düşünce tarzı, Avrupa’dan çok farklı.
Yakın ve uzak gelecek için planlarınız neler?
Türkiye’ye geliş nedenimiz, Tolga’nın Türkiye Yelken Federasyonu ile olan ilişkisinden kaynaklanmıştı. Artık o olay devam etmiyor olmasına rağmen, ikimiz de hem Doa için hem de ailemiz için iyi bir deneyim olacağını düşünüyoruz. Farklı bir kültürü ve babasının dilini düzgün bir şekilde öğrenebilmesi için çok büyük bir fırsat bu. Belki birkaç yıl daha kalırız, belki de daha uzun, bilmiyoruz. Tolga’nın amacı Türkiye’de açık deniz yarışçılığını geliştirmek. Birlikte, benim de açık deniz yarışçılığında geçen senelerim boyunca edindiğim organizasyon ve yönetim deneyimlerimi kullanarak çok iyi bir ekip oluşturabiliriz. Ve belki de denizcileri açık denize yöneltecek bazı projeler başlatabiliriz.
Bu harika bir haber, bizimle paylaştığınız için teşekkürler. Yakında Bodrum’da tekrar görüşmek üzere.
Evet, görüşmek üzere.