Tatlı bir tebessümle…
Slovenya’dan teslim aldığımız teknemizle biz Patras ve Korint Körfezi’ndeki daha az bilinen liman ve adaları ziyaret edeceğimiz bir rota çizdik.
Slovenya’dan teslim aldığımız teknemizle Türkiye’ye doğru dümen tuttuğumuz seyirde, 10 gün Arnavutluk’u gezdikten sonra Preveze gümrük kapısından Yunanistan’a giriş yaptık. Birçok Türk denizci dostumuz İthaki veya Kefalonya’dan doğrudan Korint Kanalı’na geçmeyi tercih etmesine rağmen, biz Patras ve Korint Körfezi’ndeki daha az bilinen liman ve adaları ziyaret edeceğimiz bir rota çizdik.
Yazı ve fotoğraflar: Öncü Göçebe
Çöpsüz ada Kastos
Preveze’de tanıştığımız Madagaskarlı ve Fransız denizci dostlarımızın tavsiyesi üzerine Kastos Adası’nda mola verip gecelemeye karar veriyoruz. Adanın küçük bir limanı var. Liman içinde iskele tarafta sığlıklar 2 ile 3 metre arası olduğu için 2,25 metre su çekimimizle iskeleye yanaşmamız pek mümkün görünmüyordu. Limanın sancak tarafında ise demir atarak kıyıya kıçtankara yapmış üç yelkenli tekne vardı. Arkadaşlarımız limanın dışındaki koyda 7-8 metrede kumluk alan bulup demirde kalmamızı tavsiye etmişlerdi. Öğleden sonra saat 14.00 gibi vardığımız Kastos Adası’nın limanının dışında demirde hiç tekne yoktu. Arkadaşlarımızın tavsiyesine güvenerek koyun önünde 7-8 metre derinlikte bir kum havuzu tespit edip demirimizin kuma güzelce gömüldüğünden emin olduk. (38° 34.264’ K-20° 54.897’ D)
Saat 17.00 olduğunda demirde bizden başka altı tekne daha vardı. Botumuzla karaya çıkıp arkadaşlarımızın tavsiye ettiği Wind Mill Bar’a gidip kendilerine özgü hazırladıkları kokteyllerden birer tane içtik. Barın bütün koyu görebilen masalarının birinde oturup teknemizin ve diğer teknelerin salınımını izlerken yüksek sezonda demirde 20-30 tekne kaldığını öğrenince daha da rahatladık.
Kastos Adası’nda çöp bırakmak kesinlikle yasak ve para bile teklif etseniz adadaki işletmeler çöpünüzü almıyorlar. Limanın küçük ve sığ olmasından dolayı birçok teknenin limana giremeyeceğini bilen işletmeler teknecilere ücretsiz sıcak duş hizmeti sunuyor.
Oxia’da bir Türk deniz biyoloğu
Porto Skrofa olarak da bilinen Oxia, Yunanistan’ın Patras Körfezi’nin batı girişinde ve çok geniş bir alana yayılmış 4-5 metre arası sığlıkların olduğu bir koy. Koyun kuzeybatıdan girişi için İyon Denizi’nin vahşi dalgaları ve Adriyatik’ten çığ gibi şiddetlenerek gelen kuvvetli rüzgârların etkileriyle denizdeki sığlıkların sürekli değişebileceği ve haritalardaki derinlik bilgilerinin değişmiş olabileceği uyarıları yapılmış. Bunları dikkate alarak Ormos Koyu’na kuzeybatıdan giriş yaparken kıyıdan 2 mil uzaklıkta seyir yaptık.
Yavaş ve dikkatlice girdiğimiz koyun haritada 3-4 metre görünen derinliklerini bizim derinlik ölçer cihazımız 8 metre olarak gösteriyordu. Sahilde bir restoran ve sahile yakın sekiz adet tonoz şamandırası gördük. Restoranı arayıp tonozların sağlamlığını ve derinliklerin bize uygunluğunu teyit ettikten sonra tonoz şamandıralarından bir tanesine bağlandık. Küçük de olsa bir yelkenli teknenin daha tonoz şamandırasına bağlı olduğunu görmek bize güven verdi. Derinliği 7 metre, konumumuzu 38° 20.117’ K ve 21° 6.764’ D olarak seyir defterimize not ettik.
Akşam botumuzla restorana çıkıp yemek yerken bize servis yapan genç garson kız Türk olduğumuzu öğrenince telefona sarıldı ve Yunanistan’daki Türk köylerinden olan Barış Bey ile bizi konuşturdu. Barış Bey, restoranın Oxia Koyu ve Oxia Adası çevresinde işlettiği balık çiftliklerini 20 yıldır yöneten deniz biyologu, aynı zamanda restoran sahibinin de çok yakın arkadaşıymış. İşletme sahibi Yannis, tam bir Türkiye aşığı ve bize 30 yıl öncesinin Bodrum koylarını, İzmir’ini özlemle anlattı. Masamıza ikram olarak içkiler, sakız likörü ve tatlılar geldi.
Ertesi gün Barış Bey bizi ziyaret etti. Öncesinde şehirden bir ihtiyacımız olup olmadığını da sormayı ihmal etmedi. Bütün gün sohbet edip koyun etrafındaki kaplumbağaların yumurtladığı doğal sahilde yürüyüş yaptık. Barış Bey’in tonozların sağlamlığı konusunda verdiği bilgiler üzerine o gece beklediğimiz 35 knot kuvvetli rüzgârı Messolongi Marina yerine Oxia Koyu’ndaki tonozlarda karşılamaya karar verdik. Ertesi sabah Oxia’dan ayrılırken seneye bu doğal koya ve şirin restorana tekrar uğramak üzere söz verdik.
Rion Köprüsü’nde mini fırtına
Oxia’daki tonozdan ayrılıp yelken seyri ile Nafpaktos’a, namıdiğer İnebahtı’ya doğru yelkenlerimizi açtık. Yolumuz 40 deniz mili ancak öğleden sonra ara ara rüzgârın beklenmedik şekilde dinmeleriyle toplam yolun ancak yarısını yelken kuvvetiyle gidebildik.
Patras’ın yaklaşık 4 mil kuzeydoğusunda Rion Köprüsü’nün altından geçmemiz gerekiyordu. Talimat gereği telsiz kanal 14’ten köprüye 5 mil kala, daha sonra 1 mil kala tekrar anons ederek köprüden geçme talebimizi ilettik. Nereden nereye seyir yaptığımız ve direk yüksekliğimiz ile ilgili soruları takiben direk yüksekliğimizin 25 metre olmasından dolayı sancağımıza iki sütun, iskelemize iki sütun alarak köprünün tam ortasından geçmemiz söylendi. Kule, hataya fırsat vermemek adına her tekneden iletilen talimatı tekrar etmesini istiyordu. Bizim gibi doğu yönünde istikamet eden ama direk yüksekliği daha kısa teknelere iskelelerinde üç sütun, sancaklarında ise bir sütun olacak şekilde güneyde kalan sütunlar arasından geçmeleri talimatı verildiğini duyduk.
Köprüyü geçerken yelken açma ile ilgili bir yasak yok. Ancak pilot kitaptan ve elektronik haritamızdan tam köprünün yapıldığı ve Patras Körfezi ile Korint Körfezi’ni ayıran dar geçitte havanın sıkışarak sert rüzgâr koridoru oluştuğu bilgilerini okuduğumuz için ana yelkeni kapatarak sadece flok yelken ile köprüyü geçtik. Köprünün tam altında hem rüzgâr aniden 15 knot’lardan 30 knot’lara fırladı hem de birden yağmur fırtınasına maruz kalarak bayağı ıslandık (38° 19.239’ K-21° 46.375’ D). Ne tesadüftür ki köprüyü geçer geçmez hem rüzgâr dindi hem de birden bulutlar dağılıp hava günlük güneşlik oldu. Sanki köprüyü geçerken farklı bir gün ve bölgeye ışınlanmışız gibiydi.
Nafpaktos (İnebahtı)
Nafpaktos (Navpaktos, Naupaktos) Limanı’na yaklaşırken dört gün sürecek uçurtma sörfü yarışlarının birinci gününe en ön koltuktan seyirci olup bu muhteşem gösteriyi izledik. Rengarenk paraşütleriyle en az 40-50 uçurtma sörfçüsü kelebekler gibi suyun üzerinde bir o tarafa, bir bu tarafa süzülürken güzel fotoğraf kareleri yakalamaya çalıştık.
Nafpaktos Limanı surların içinde ve yerel balıkçı teknelerinin haricinde sadece üç-dört küçük yelkenli teknenin demir atarak bağlanabileceği çember şeklinde bir iskeleden oluşuyor. İçeri girmeye teşebbüs bile etmeden hemen yandaki kumsal plajın 200 metre açığında 7 metreye demirimizi attık. (38° 23.472’ K-21° 49.894’ D). Denizin dibi kum olduğu için demir dibe varır varmaz tuttu. Sahil, özellikle batılı rüzgâr ve dalgaya açık ancak şiddetli hava olmadığı sürece gece yarısından sonra pek solugan olmuyor. Liman içinde elektrik yok ama su var. İçeride olsanız bile bir balıkçının herhangi bir saatte gelip “Burası benim yerim, çık!” deme ihtimali de var.
Hemen botumuza atlayıp şehri gezmek için karaya çıktık. Hem limanı çevreleyen surların dışında hem de limanın içinde bot bağlanabilecek iskeleler mevcuttu.
Şehrin tarihi dokusuna hayran kaldık. Tepedeki kaleye tırmanmak yaklaşık bir saat sürdü ancak gördüğümüz manzara harcadığımız çabaya ve yorgunluğa kesinlikle değdi. Tarihi saat kulesi ve Fethiye Camii görülmesi gereken diğer önemli tarihi yapılar arasında yer alıyor.
Nafpaktos, tarihte çok önemli bir deniz muharebesi olan İnebahtı Deniz Muharebesi’ne ev sahipliği yapmış. Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçlü olduğu yıllarda, 1571’de Haçlı Donanması, Osmanlı Donanması’na büyük kayıplar verdirerek bozguna uğratmasıyla Akdeniz’in belki de Osmanlı gölü olmasını engellemiş, Osmanlı Donanması’nın tekrar toparlanması uzun yıllar sürmüştür.
Şehirden ayrılmadan merkezdeki 110 yıllık fırından ekmek, balıkçıdan taptaze yerel karides, manavdan sebze, kasaptan et ve süpermarketten kalan alışverişimizi yaparak yerel ekonomiye kendimizce önemli bir katkıda bulunduk.
Teknemize dönmeden hemen önce iskelede biri bize seslendi. Fransız Laurent ve güzel eşi İspanyol Maria ile tanışıklığımız o gün başladı. Onların 8,75 metre boyunda yelkenli tekneleri limanın içinde bağlıydı ve bizi önceki durak noktamız olan Ormos Oxia’dan hatırlayarak gelip selam verme nezaketinde bulundular.
Laurent hava tahmini uzmanı, Maria ise spor kıyafetleri tasarımcısıydı. Her ikisi de işlerinden ‘birkaç ay’ izin kopararak teknelerini Güney Fransa’dan yelken seyriyle Korint Körfezi’ne kadar getirmişlerdi. Hedefleri Korint Kanalı’nı geçip teknelerini Poros’ta kışlatmaktı. Onlar da bizim gibi ısrarla yelken seyri yapmaya gayret ediyor, sakin havalarda motorla gitmek yerine demirde rüzgâr beklemeyi tercih ediyorlardı. Henüz onlarla, Korint Körfezi’nin saklı güzelliklerini, iki tekne birlikte seyir yaparak keşfedeceğimizi bilmiyorduk. Yekeli ve otopilotu olmayan, motor hızı saatte 3 deniz mili iken yelkenle saatte 6 deniz mili yapabilen şirin tekneleriyle Akdeniz’de 200-300 millik geçişler yapmalarına çok imrendik.
Yunanistan’ın kızıl adası Trizonia
Nafpaktos’tan demir alıp 12 deniz mili yolumuzun ilk yarısında yelken seyri ikinci yarısında ise rüzgârın dinmesi sonucu motor seyri yaparak Korint Körfezi’nin kızıl adası Trizonia’ya ulaştık. Seyir esnasında nispeten büyük bir lambuka oltamıza takıldı ancak, teknenin dibine kadar çektiğimiz balığı kakıçımız olmadığı için tekneye alamadık.
Oldukça sakin bir havada girdiğimiz Trizonia Marina, beton iskelelerin olduğu, balıkçı barınağından hallice küçük bir sığınak. Koyun konumu itibarı ile doğulu rüzgâr ve dalgalara açık gibi görünse de yılın her vakti her havaya ve dalgaya korunaklı bir liman. (38° 22.167’ K-22° 04.555’ D)
Güney iskelenin hem iç tarafında hem dış tarafında teknemizi bağlayabileceğimiz geniş boşluklar var. Hakim rüzgârın kuzeyden estiğini dikkate alarak iskelenin dış tarafına aborda olduk. İskelelerde koruyucu lastik veya usturmaçalar yok, betonlar çok tırtıklı olduğu için marinaya girmeden usturmaçaları dikkatlice ayarlamak gerekiyor. Bağlandıktan sonra usturmaçalarımızın zarar görmemesi için uzun bir tahta bulup iskeleye sabitleyerek usturmaçalarımızı iskelenin gazabından korumaya çalıştık.
Gecelik bağlanma ücreti 15 metre tekneler için 12-13 euro civarında. İskelelerin çoğunda elektrik yok ama marina görevlisi ‘yakın zamanda’ elektrik pedestallarının yapılacağını söyledi. Meraklı bakışlarımız devam edince görevli “Yunanistan ve yakın zaman?” diyerek bastı kahkahayı. Bu yıl bütün pontonları ışıklandırmaya yatırım yapmışlar. Birer adet elektrik ve su bağlantısı sadece iki iskelenin başucunda var. En az 60 metre hortum ve elektrik kablosu gerekiyor. Teknedeki suyumuz henüz endişelenmemiz gerekecek kadar azalmadığı için su teminini bir sonraki durağımıza ertelemeye karar verdik. Trizonia’nın suyunun temizliği ve tadı dillere destanmış.
Trizonia pek turistik olmayan ancak ana kara ile yakınlığından dolayı özellikle hafta sonu tatilleri için yerli Yunan turistlerin uğrak noktası. Ana kara ile ada arasında düzenli sefer yapan tekne dolmuşlar ziyaretçileri kişi başı 2 euro ücret karşılığı taşıyorlar.
Bizim orada olduğumuz eylül ayının son günleri ada oldukça sakindi. Ancak yan yana dizilmiş Kalypso, Porto Trizonia ve Osteria restoranlarına ait onlarca masa yüksek sezonda adanın kalabalık olduğu tezini destekliyordu.
Her üç restoranda da fiyatlar makuldü. Osteria’da ançüez marini ve kalamar tavayı beğendik. Ev yapımı olduğunu iddia ettikleri tarama beklentimizi karşılamadı. Izgara ahtapotun porsiyonu biraz küçüktü.
Birkaç gün önce tanıştığımız ve bir süre birlikte seyir yaparak Korint Kanalı’nı birlikte geçmeyi planladığımız Fransız-İspanyol çift arkadaşlarımızın da hobi olarak müzikle uğraştıklarını öğrendik. Fransız Laurent klarnetini, İspanyol Maria gitarını aldı, birlikte müzik yaptık. Ben de onlara gitarla Üsküdar’a Gideriken şarkısını çalmayı öğrettim. Birlikte Türkçe, İngilizce, Fransızca şarkılar çalıp söyledik ve yine müzik köprü oldu farklı kültürler arasında.
Sabah kızıl toprak patikadan 2 kilometrelik keyifli bir doğa yürüyüşüyle kızılın bordoya çaldığı kumlardan oluşan ‘Red Beach’ kumsalına ulaştık. Piknik çantamızda getirdiğimiz kısır, peynir, zeytin ve fıstık ezmemizle kahvaltı yapıp denize girdik. Kızıl kayalıkların ayırdığı yan yana üç kızıl kumsalı bir de denizden gördük. Santorini Adası’nda da kızıl kumsal ve kızıl kayalıklar görmüştük ama Trizonia’daki kızıllık daha bir yoğun, daha bir güzeldi.
Kahvaltımızı bitirmek üzereyken kumsala gezmeye gelen ve adanın yerlisi olan Yunan ailenin sevimli köpeği ‘Laila’ soframızdaki kısır, pita ekmeği ve fıstık ezmesinin cazibesine dayanamayıp sahibinin ve bizim engelleme çabalarımıza rağmen sofrada kalan her şeyi çılgınca silip süpürdü. Neyse ki hemen öncesinde karnımızı doyuracak kadar yiyebilmiştik.
Adada bir gece daha kalmaya karar verdik. O gece şiddetli batı rüzgârı bekleniyordu. Hiç üşenmeyip teknemizi dış iskeleden iç pontonun doğu tarafına yanaştırdık. Ne de iyi yapmışız, yoksa bütün gece rüzgâr bizi iskeleye yapıştıracaktı. Pontonlar aşırı alçak ve bizim tekne nispeten yüksek gövdeli olduğu için akşam döndüğümüzde nerdeyse tekne karaya alınmış gibi yüksekteydi. Kol kuvvetimizle tekneye çıkmak oldukça zordu ve Fransız arkadaşımız Laurent halatlarla oracıkta bizim için iki basamaklı merdiven yaparak imdadımıza yetişti.
O akşam Porto Trizonia Taverna’yı denemeye karar verdik. Önceki akşam gittiğimiz Osteria’ya göre fiyatlar biraz daha yüksekti. Burada da taramayı pek beğenmedik, ahtapot yine küçük porsiyondu, sardalya tava ve bol feta peynirli kocaman Yunan salatası başarılıydı. Yine masamızın olmazsa olmazı küçük bir şişe uzo oldu. Her iki tavernanın da fiyatları uygun ancak kalite vasattı. Her iki taverna da fiyat-performans olarak pek iyi not alamadı bizden.
Ertesi sabah Norveçli bir yelkenci ile tanıştık. Kışı nerede geçireceğini sorunca; “Buralar yeterince soğuk değil, o yüzden Norveç’te geçireceğim!” dedi. Bir de derler ki o bölgenin insanı soğuktur, şakadan anlamaz!
Hem Yunan esnafın misafirperverliği hem yeni edindiğimiz denizci dostlar, Trizonia’yı da halen diğer Yunan limanları gibi tatlı bir tebessümle hatırlamamıza vesile oluyor.